Bir yılın ilk yarısına dair "en iyiler" listesi hazırlamak, doğal olarak şu soruyu gündeme getiriyor: Yılın ilk ve ikinci yarısı arasında gerçekten belirgin bir fark var mı? Elbette var. Hepimiz biliyoruz ki yılın ikinci yarısı, özellikle de son üç ayı, ödül sezonunun en iddialı yapımlarıyla dolup taşar. Bu da ister istemez yılın ilk yarısını daha hafif, daha "geçiş dönemi" gibi hissettirir. Ama işin aslı pek de öyle değil.

2025’in ilk altı ayında vizyona giren filmler arasında ödül potansiyeli taşıyan yapımlar elbette var. Ancak bu dönemin asıl cazibesi, çoğu zaman ödül yarışına girmeyen ama kendi içinde parlayan, beklenmedik hazinelerle dolu olması. 

Steven Soderbergh’in Black Bag'i muhtemelen "En İyi Film" adayları arasında yer almayacak ama kesinlikle bir cevher. Veya The Alto Knights gibi eleştirmenlerden darbe yemiş ama sağlam mafya anlatıları arasında yerini alacak bir yapım da bu listenin yıldızlarından.

Variety’nin baş film eleştirmenleri tarafından hazırlanan, 2025’in ilk yarısına damga vuran 10 filmden oluşan seçkiye hoş geldiniz.

The Alto Knights

Usta senarist Nicholas Pileggi’nin kaleminden çıkan bu mafya destanı, Barry Levinson’un tecrübeli yönetmenliğiyle hayat buluyor. Hikâye, 1950’ler ve 60’ların İtalyan yeraltı dünyasında hüküm süren yaşlı gangsterlerin gerçek yaşam öykülerine dayanıyor. Robert De Niro, hem Frank Costello hem de Vito Genovese karakterlerine hayat vererek büyük bir işin altından kalkıyor. İki karakterin kişilik farkları -biri diplomatik ve ince düşünen, diğeri ise öfkeli ve kontrolsüz- mafya dünyasındaki ahlaki çatışmaları da sembolize ediyor.

Film, sinema dünyasında yankı bulmakta zorlandı; eleştirmenlerin sert tavrı ve düşük gişe hasılatı da bunu kanıtlar nitelikte. Ancak tüm bunlara rağmen The Alto Knights, mafya türünün son görkemli temsilcilerinden biri olmaya aday. Belki gişede başarılı olamadı, ama türün düşüşe geçtiği bu dönemde, güçlü bir veda olarak hatırlanacak.

Black Bag

Steven Soderbergh’in yönettiği bu zekice kurgulanmış casusluk gerilimi, klasik 007 şablonlarını ters yüz ediyor. Başroldeki Michael Fassbender ve Cate Blanchett, birbirine derin bağlarla bağlı, evli iki ajanı canlandırıyor. Film, çiftin ilişkisini merkezine alarak, ajanlık mesleğinin getirdiği güven ve ihanet ikilemini sorguluyor. Eşler arasındaki güvenin, tüm dünyayı tehdit eden bir komplonun ortasında nasıl sınandığını izliyoruz.

Pierce Brosnan’ın da dahil olduğu bu oyuncu kadrosu, filme klasik Bond havası yerleştiriyor ama asıl başarı, anlatının duygusal boyutunda. Soderbergh, evliliği bir casusluk operasyonu kadar karmaşık ve tehlikeli gösteriyor. Bu da filmi sadece bir aksiyon değil, aynı zamanda güçlü bir ilişki dramına dönüştürüyor.

Bring Her Back

Avustralyalı Philippou kardeşlerin ikinci uzun metraj filmi, seyirciyi huzursuz edecek kadar yoğun bir atmosfer kuruyor. Sally Hawkins’in psikolojik olarak dengesiz bir koruyucu anneyi canlandırdığı filmde, evdeki her çocuk, birer metafor gibi işleniyor. Özellikle arşiv görüntülerle aktarılan tarikat geçmişi, filmin alt metnini daha da karanlık hale getiriyor.

Bring Her Back, korku sinemasına alışık olanları bile rahatsız edecek kadar cüretkâr. Hem görsel dili hem de duygusal şiddetiyle seyirciyi sarsıyor. Bu, sadece korkutmak için değil, düşündürmek için yapılmış bir film. Özellikle Munchausen sendromu ve ev içi travmalar üzerine yaptığı göndermeler, filmi sıradan bir korku hikâyesi olmaktan çıkarıyor.

Mission: Impossible - The Final Reckoning

Mission: Impossible serisinin sekizinci filmi, alıştığımız aksiyon formülünü koruyor ama bu kez daha karanlık bir tona bürünüyor. Yapay zekânın tehdit unsuru olduğu senaryo, hem çağdaş korkuları işliyor hem de Ethan Hunt karakterini artık farklı bir düzeye taşıyor. Özellikle denizaltı sahnesi, gerilim dozunun zirve yaptığı anlardan biri.

Tom Cruise’un fiziksel performansı bir kez daha takdire şayan. Ancak bu film, sadece aksiyon değil; aynı zamanda bir sinema manifestosu. Cruise’un, “sinemayı kurtarmak” için gösterdiği çabanın, karakteriyle nasıl örtüştüğü net biçimde hissediliyor.

My Dead Friend Zoe

Kyle Hausmann-Stokes’un yönettiği bu güçlü dram, savaş sonrası travmalarla başa çıkmaya çalışan bir askerin iç dünyasını mercek altına alıyor. Sonequa Martin-Green’in canlandırdığı Merit karakteri, bir yandan hayatta kalmaya çalışırken diğer yandan kendini affetmeye çabalıyor. Ona musallat olan ölü arkadaşı Zoe ise, hem vicdanının hem de geçmişinin sembolü haline geliyor.

Film, Travma Sonrası Stres Bozukluğu'nu romantize etmeden, sade ama etkileyici bir dille ele alıyor. Morgan Freeman ve Ed Harris gibi usta oyuncular da bu dramatik hikâyeye ağırlık katıyor. Özellikle savaş sonrası destek sistemlerinin eksikliğine yaptığı vurgu, günümüzde hâlâ çok geçerli bir mesaj içeriyor.

A Normal Family

Güney Kore sinemasının yükselen yönetmenlerinden Hur Jin-ho, bu kez iki kardeş üzerinden derin bir ahlaki ikilem anlatıyor. Biri doktor, diğeri avukat olan kardeşler, bir trafik kazasının ardından karşı karşıya geliyor. Ancak asıl kriz, kendi çocuklarının işlediği gizemli bir suçla başlıyor.

Film, aile kavramını sadece biyolojik bağlarla değil, değerler ve seçimlerle tanımlıyor. A Normal Family, Güney Kore sinemasının sosyal gerilim geleneğini sürdürüyor ve bu alandaki yapımlara güçlü bir katkı sunuyor.

Sinners

Ryan Coogler’ın yönetmenliğinde çekilen Sinners, gotik korku ile Afro-Amerikan tarihini iç içe geçiriyor. Film, 1930’lar Mississippi’sinde geçiyor ve bir eğlence mekanı açmak için geri dönen vampir ikiz kardeşlerin hikâyesini anlatıyor. Michael B. Jordan’ın iki karakteri de büyük bir incelikle canlandırdığı film, aynı zamanda blues müziğin sömürüsünü ve kültürel mirasın nasıl silindiğini de sorguluyor.

Hem popüler hem politik olan bu film, alışılmış vampir hikâyelerinden çok daha derin. Coogler, klasik korku kodlarını alıp alt metinlerle zenginleştirerek etkileyici bir alegoriye dönüştürüyor.

Sly Lives! (aka The Burden of Black Genius)

Ahmir “Questlove” Thompson’ın yönettiği bu belgesel, funk ve soul efsanesi Sly Stone’un unutulmuş mirasını yeniden gün yüzüne çıkarıyor. Thompson, Sly’ın sanatsal dehasını, müziğe kattığı eşsiz enerjiyi ve yaşadığı kişisel mücadeleleri içtenlikle aktarıyor. Belgesel, hem bir biyografi hem de bir kültürel hatırlatma işlevi görüyor.

Sly Stone’un ölümünden hemen önce tamamlanan bu film, sanatçının neden hak ettiği değeri göremediğini sorguluyor. Woodstock’tan Ed Sullivan Show'a uzanan efsanevi kariyerin ardındaki çalkantılı hikâyeyi derinlemesine keşfediyor.

Sorry, Baby

Eva Victor’un yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği bu ilk film, akademi dünyasında yaşanan bir taciz olayının ardından şekillenen duygusal bir yolculuğu konu alıyor. Film, olayın kendisini göstermiyor; ama etkilerini adım adım işliyor. Agnes karakteri, yaşadığı hayal kırıklığıyla yeniden güvenmeyi öğrenmeye çalışıyor.

A24’ün klasikleşmiş “sessiz çığlık” filmlerine bir yenisini ekleyen yapım, kuşağının duygusal dünyasını büyük bir hassasiyetle yansıtıyor. Victor’ın sade anlatımı ve doğal oyunculuğu, bu küçük filmi etkileyici bir deneyime dönüştürüyor.

28 Years Later

Danny Boyle ve Alex Garland, kült haline gelen 28 Days Later'ın 23 yıl sonrasında geçen devam filminde, salgın sonrası toplumsal düzenin yeniden inşasına odaklanıyor. Bu kez hikâye, “önceki dünyayı” hatırlamayan çocukların gözünden anlatılıyor.

Film, alışıldık zombi korkusunun ötesine geçerek, modern insanın kriz anında nasıl davrandığını inceliyor. Boyle ve Garland’ın ortak vizyonu, bu devam filmini hem duygusal hem de felsefi açıdan tatmin edici hale getiriyor.

Kaynak: Variety

Paylaş