Kötü filmler genellikle izleyiciye keyif vermese de, sinema dünyasının sınırlarını anlamak açısından önemli bir işlev görür. 2025 ise bu açıdan ilginç bir yıl oldu; bazı yapımlar büyük bütçelere rağmen izleyiciyi tatmin edemedi, bazıları ise düşük bütçeli ama vizyoner olmaya çalışan projeler olarak göze battı. Sinemaseverler için bu filmler, hangi unsurların işe yarayıp yaramadığını görmek için adeta bir laboratuvar niteliğindeydi.
Her yıl olduğu gibi, eleştirmenlerin “yılın en kötüsü” listesi hazırlaması sadece eleştiri yapmak anlamına gelmiyor; aynı zamanda sinemanın hatalarını ve yanlış tercihlerini göstermek ve bundan ders çıkarmak için de önemli bir araç. 2025’te izleyiciler, hikâye anlatımından oyunculuk performanslarına, görsel efektlerden yönetmen kararlarına kadar çok sayıda başarısız deneye şahit oldu.
Bazı filmler, izleyicinin sabrını zorlayan bir tempo ve yapay bir atmosferle öne çıktı; bazıları ise fazla karmaşık veya gereksiz politik/mesajcı yönlendirmelerle hikâyeyi sekteye uğrattı. Tüm bu deneyimler, izleyici için bir “neler yapılmamalı” rehberi işlevi gördü.
Bunun yanı sıra, yılın kötüler listesi sadece eleştiriden ibaret değil. Film yapımcılarına ve senaristlere bir uyarı niteliği taşıyor. Büyük isimler, yüksek bütçeler veya popüler konular her zaman izleyiciyle bağ kurmak için yeterli değil. 2025’in kötü filmleri, sinemada başarısızlığın nedenlerini anlamak için eşsiz bir örneklem sundu. İşte Variety yazarları tarafından oluşturulan bu listede de 2025'in "kötü anlamda" en çok göze batan filmleri...
Eden

Ron Howard’ın tarihsel drama denemesi Eden, 1929 yılında Galapagos Adaları’nda geçiyor ve izleyiciyi eksantrik bir karakter grubunun arasına bırakıyor. Karakterler, başlangıçta tuhaf ve eğlenceli görünse de kısa sürede tahammül edilemez hâle geliyor. Jude Law’ın canlandırdığı doktor, Avrupa toplumunu reddeden ve yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışan bir figür olarak aşırı sert ve itici bir portre çiziyor. Film, karakterin empati kurulabilir olmaya çalışan tuhaf tavırlarıyla izleyiciye yaklaşmaya çalışsa da, bu çaba çoğu zaman ters tepebiliyor.
Film, sürrealist bir Robinson Crusoe ileWho’s Afraid of Virginia Woolf?'un sitcom versiyonunun karışımı gibi duruyor; Nietzsche’nin saplantılı dipnotları ise işleri daha da karmaşık hâle getiriyor. Eden adı, film için çok yanlış bir seçim; izleyiciye vaat edilen cennet yerine, tükenmek bilmeyen bir kaotik ve rahatsız edici labirent sunuluyor.
Five Nights at Freddy’s 2

Five Nights at Freddy’s 2, popüler video oyununu temel alan ikinci film olarak önceki bölümden daha kötü bir izlenim bırakıyor. Film, kan, korku veya gerginlik yaratmakta başarısız ve maskotların ardındaki hayaletleri anlatmayı yeterince beceremiyor. Bu hikâye karmaşası, filmin temel korku unsurlarının gölgede kalmasına yol açıyor.
Film, esas olarak izleyicilere devasa, heavy-metal tarzı karakterleri göstermekle yetiniyor. Bu sahneler de ne yazık ki sadece görsel şölen, hikâyeyi taşımaya yetmiyor. Bununla birlikte, filme bilet sattığı için yapımcının amacına ulaştığını söylemek mümkün, ve bu durum da üçüncü filmin işkencesini kaçınılmaz hâle getiriyor.
The Testament of Ann Lee

Mona Fastvold’un Shaker tarikatının kurucusunu konu alan 18. yüzyıl müzikali, izleyici için tam bir hayal kırıklığı oldu. Amanda Seyfried’in canlandırdığı Ann Lee, çocukluk travmalarını tüm hayatına taşıyan bir karakter olarak sunuluyor ve film boyunca ağır ve dağınık bir anlatım sürüyor. 137 dakikalık süre, izleyici için adeta bir kefaret ritüeli gibi.
Film, katı ve cesur bir estetik hedefliyor olsa da, grup dinamiklerine ve abartılı ciddiyetine yaslanması drama ihtiyacını geri planda bırakıyor. Müzikal sahneler de filmi kurtaramıyor; sahneler, adeta The Crucible’ın absürt bir versiyonu gibi, monotonluğun üstüne gereksiz bir tatlılık ekliyor.
Hurry Up Tomorrow

The Weeknd’in başrolde olduğu bu ego projesi, sinir krizinin eşiğindekibir pop yıldızının hayatına odaklanıyor. Film, dramatik ve kendine dönük performanslarla dolu, ama izleyiciye bir bağ kurma şansı vermiyor. Menajer karakterinin söyledikleri ve The Weeknd’in teatral tavırları, filmin gerçekçiliğini tamamen yok ediyor.
Yönetmen Trey Edward Shults, The Weeknd’in albümüne eşlik eden bu yan projeyi The Shining ve Barton Fink karışımı bir paranoya kâbusu gibi kurgulamış. Ağır synth müzikleri ve abartılı sahneleri, filmi aşırı gösterişli ve avam kılıyor. Sonuç, Under the Cherry Moon’dan bu yana çekilmiş en kof pop yıldızı psikodraması.
Anemone

Daniel Day-Lewis’in emeklilikten dönüp oğlunun yönetmenlik denemesine destek olması takdire şayan bir baba davranışı. Ancak ortaya çıkan film, taşra dramı ve sanat filmi havasıyla izleyiciyi yoran, ağır ve yavaş bir iş. Day-Lewis’in karakteri, Sean Bean’in canlandırdığı yabancı kardeşiyle olan ilişkisiyle birlikte karmaşık ama çoğu zaman sıkıcı bir portre çiziyor.
Filmde aile bağları, IRA ve Katolik Kilisesi’ndeki çocuk istismarı gibi ciddi temalar ele alınsa da, hikâyenin temposuzluğu ve ağır dramatik ton, filmi izlemekten keyif almayı imkânsız hâle getiriyor. İzleyici, 90’lar Miramax filmlerini andıran yavaş bir anlatımla karşı karşıya kalıyor.
The Life of Chuck

Mike Flanagan’ın filmi, dünyanın sonunu konu alıyor ama hikâye oldukça uyduruk ve duygusal olarak manipülatif. Nick Offerman’ın anlatımı ve Newton Brothers’ın abartılı müzikleri, sahte-derin anları daha da yapay hâle getiriyor.
Baş karakter Chuck’ın önemsiz bir halk dansıyla hayatının anlam kazandığı iddiası, filmi inandırıcı olmaktan çıkarıyor. Film, Stephen King’in novellasına dayansa da izleyiciyle tek bir saniye bile gerçek bir bağ kuramıyor.
The Electric State

Simon Stålenhag’ın retro-fütürist Amerika tabloları, filmde CGI ile bozulmuş ve ruhsuz hâle gelmiş. Russo kardeşlerin hikâyesi, komadaki bir çocuğun beyninin enerji şebekesini çalıştırdığı saçma bir kurguya dayanıyor.
Robotic ve yapay karakterler ile Chris Pratt ve Stanley Tucci’nin sıradan performansları, filmi daha da itici hâle getiriyor. Stålenhag’ın orijinal post-apokaliptik vizyonu, film uyarlamasında tamamen kaybolmuş.
War of the Worlds

Timur Bekmambetov’un screenlife formatındaki filmi, Ice Cube’u ABD hükümetinin en inandırıcı olmayan güvenlik uzmanı olarak sunuyor. Film, ülkeyi kurtarmak yerine, karakterin çocuklarına bakıcılık yaptığı absürt bir hikâyeye odaklanıyor.
Amazon Prime’a özel bir reklam niteliği taşıyan yapım, düşük bütçeli bir bilimkurgu deneyimi olarak hayal kırıklığı yaratıyor. Hikâye ve aksiyon, izleyicide hiçbir heyecan bırakmıyor.
The Actor

Duke Johnson imzalı film, hafıza kaybı yaşayan bir aktörün kimliğini yeniden keşfetmesini konu alıyor. André Holland’ın karakteri, rollerinin ötesinde hiçbir kişiliğe sahip gibi görünmüyor ve film mantık hatalarıyla dolu.
Oyuncuların teatral, Brechtyen tarzda performansları, filmi izlemeyi sanki bir kar küresine bakıyormuş gibi hissettiriyor. Westlake’in Memory romanı uyarlaması, izleyiciye hiçbir keyif sunmayan bir deneyim hâline gelmiş.
Presence

Soderbergh imzalı bu film, bir perili bir ev hikâyesini hayaletin bakış açısından anlatmayı deniyor, ancak kamera hareketleri robotik ve mekanik hissettiriyor. Filmin temposuzluğu ve hantallığı, korku unsurlarını etkisiz hâle getiriyor.
2024 Sundance’te yarıda bırakılan bu proje, yeniden izlediğinizde de keyif vermiyor. Soderbergh’in ünlü takma adı Peter Andrews altında çektiği film, izleyiciye gerilim yerine bol bol sıkıcılık sunuyor.
Kaynak: Variety

Yorumlar