Bu yılın en kötü filmleri listemizde yine birçok korku filmi yer alıyor. Şaşılacak bir şey yok çünkü çağdaş korku filmlerinin birçoğu listelerin zaten en alt sıralarında. Ancak yine de yılın en kötü filmleri arasında her zaman korku çoğunluğunun olması dikkatimizi çekiyor diyelim.
Bu listede vasat ya da düpedüz kötü filmlerden bahsetmiyoruz; daha çok can sıkıcılığıyla keyfinizi kaçıran, seyirciyi izlenemezliğin karanlık çukuruna sürükleyen filmler söz konusu. İşte bu kategoride göze çarpan ve Variety'den adam akıllı not almayı başaramayan 10 film:
Poolman
Chris Pine hayranı olsanız bile yönettiği, ortak yazarlığını üstlendiği ve başrolünü oynadığı bu absürt Los Angeles noir felaketine ağzınız açık bir şekilde bakabilirsiniz.
Pine, saçları uzun ve dağınık olan bir havuz temizleyicisini canlandırıyor ve açıkçası Big Lebowski’den tanıdığımız Dude’a benziyor. Fakat beyni kulaklarından akmış olan bir Dude. Film o kadar başarısız ki sadece yarım yamalak şakalar ve açık kalan parantezlerden oluşuyor desek yeridir.
Rumours
Eleştirmenlerin favorisi olan birileri, hatta yönetmenlerin "estetik azizler" olarak nitelendirildikleri bir kategori bile her zaman olmuştur. Tuhaf, deneysel, şakacı ve Kanadalı sinemasever Guy Maddin de tam olarak bunlardan bir tanesi. Fakat filmlerinin çoğu dayanılacak gibi değildir.
Ve bu filmde Cate Blanchett’ın bir tür kibirli Angela Merkel taklidi olarak öncüllüğünü ettiği bir grup dünya liderinin G7 zirvesinde buluşup sonra ormanda kaybolduğu, sonrasında tahmin edilemeyecek kadar sıkıcı konuşmalara ev sahipliği yaptığı politik hiciv filmi de bir süreden sonra sadece ağır bir işkenceye dönüşüyor.
Reagan
Trump’ın başkanlık zaferiyle neredeyse eş zamanlı yayınlanan bu ucuz Ronald Reagan biyografik filmi, belirli bir kesim izleyici kitlesine oynayarak sinemalarda neredeyse gişe rekorları kırdı.
Dennis Quaid, eski ABD başkanlarından biri olan Reagan’ı bir peri masalının kahramanı gibi canlandırıyor. Film boyunca komünizmle savaşıyor ve tarihin önemli kısımlarını kırparak kendisini bir süper kahraman gibi gösteriyor. Bir tarikat lideri için yapılan bir reklamı izlemek gibi olan bu film, Reagan’ı doğru yansıtmıyor ve izlerken hiç keyif vermiyor.
The End
Joshua Oppenheimer’ın boğucu kıyamet sonrası oda draması ve aynı zamanda müzikali olan bu film tamamen bir sığınakta geçiyor ve zamanı sanki durmuş gibi hissettiriyor. Michael Shannon ve Tilda Swinton, 20 yıldır yeraltında tuz madenine gömülü lüks bir evin maketinde yaşayan zengin bir ailenin yozlaşmış ebeveynlerini canlandırıyor.
Düşüncelerini paylaşıyorlar, şarkı söylüyorlar fakat bir şekilde hiçbir yere varmayan klostrofobik bir film olmaktan öteye gidemiyor… Hem de iki saat yirmi sekiz dakika boyunca.
Lisa Frankenstein
Gazı kaçmış bir soda kadar yavan bir korku komedisi pek de hoş değildir. Diablo Cody’nin kaleme aldığı, erkek arkadaşını ölüler kampından geri getirmeye çalışan genç kızın öyküsünün şaşırtıcı derece zayıf yanı, eski klişe orta sınıf üstünlüğünü ısıtılmış bir şekilde önümüze koymaya çalışmasıdır. Film ise ne yazık ki aşırı karmaşık bir SNL skeci gibi hissettirmekten öteye gidemiyor.
Dogman
Netflix’in kültürel olarak sorgulanabilir olan bir trans kartel patronunu konu edinen Emilia Perez hakkında izleyiciler ikiye bölünmüşken, arkanıza yaslanın ve Luc Besson’ın böylesine cüretkâr bir gösterinin nasıl çok daha kötü sonuçlandırabileceğine şahit olun.
Sokak köpeklerinin emrine amade, tekerlekli sandalye kullanan, eşcinsel bir anti kahraman olan Caleb’ın hikayesi üçüncü sınıf bir joker taklidinden ve yersiz bir empatinin karışık eylemi olmaktan öteye gidemiyor.
The Mouse Trap
Bu yıl, Winnie the Pooh: Blood and Honey’e bir devam filmi yapılma kararı alındı ve tembel insanlardan oluşan Kanadalı bir ekip, Steamboat Willie (1928)’yi izledikten sonra kasvetli bir korku filmi çekmeye karar verdi.
Ama ne yazık ki film sıfır korkuyla birlikte sayısıyız soru soruyor. Örneğin, Mickey neden ışınlanabiliyor ve neden biri Mickey Mouse maskeli bir adam gördükten sonra çığlık atsın?
Not Another Church Movie
Tyler Perry’nin talihsiz ve Hollywood’da tek başına para kazanılabileceğini Diary of a Mad Black Woman ile göstermesinden on dokuz sene sonra, birileri ısrarla aynı şeyleri yapmaya devam ediyor.
Bu, Jamie Foxx’un Tanrı olduğu ve Mickey Rourke’un kırmızı pelerin ve iç çamaşırı giymiş bir şeytan kılığına girdiği karakterleri içeren eşcinsel komedisi, en iyi ihtimalle sadece boşa harcanmış bir çaba olarak tanımlanabilir.
Harold and the Purple Crayon
Crockett Johnson’ın resimli kitabında bir çocuk aklına ne gelirse onu çiziyor, kendisi için hayali arkadaşlar yaratıyor... Bunu beyaz perdeye uyarlamak elbette milyonlarca farklı şekilde sonuçlanabilirdi.
Fakat Sony, çizgi film karakterlerini gerçek dünyaya getirme fikrini alıp evirip çeviriyor ve sevimli Harold’ı Zachary Levi’nin oynamasına karar veriyor. Çocuk filmleri bize hayal gücünün önemini bu kadar vurgularken, herhangi bir yönünü sinemada göstermeye çalışınca neden bu kadar yetersiz kalıyorlar?
Rebel Moon
Popüler kültürün remiks sanatçısı Zack Snyder tarafından yönetilen iki bölümlük bir Star Wars taklidinden daha gereksiz bir şey düşünebiliyor musunuz?
Savaş droidleri, yarı çıplak savaşçı kadınlar ve karmakarışık bir evren. Snyder’ın daha önce gelen tüm bilimkurgu klişelerini alt etmeye çalıştığı ancak nihayetinde onların tekrarından öteye gidemediği bu sınırlı evren, ödünç alınmış legolarla bir dünya inşa etmeye çalışan hırslı bir çocuğu izlemek gibi geliyor.
Kaynak: Variety
Yorumlar